22 Haziran 2008 Pazar

Benim de canım var, ben de insanım.

Güzel Sanatlar Fakültesi puanları düşürülsün!

Kavgam’ın bestseller olduğu ülkemizde Max’in Genç Hitler adıyla bilinmesi şaşırtıcı değil herhalde. Film (adıyla müsemma) Max Rothman isimli savaş gazisi Yahudi bir resim tacirini merkeze koysa da, izleyici elbette henüz ‘The Hitler’ olmamış genç Hitler ile daha çok ilgileniyor.

Birinci Dünya Savaşı’nda kolunu kaybeden zengin Yahudi Max Rothman tesadüfen pek de gelecek vaat etmeyen ressam adayı onbaşı Hitler’le karşılaşıyor. Ayaküstü tanışma konuşmasında cephede birbirlerinden sadece birkaç kilometre uzakta savaştıklarını öğreniyorlar. İşsiz, parasız ve yapayalnız olan genç Hitler savaş sonrası ordunun kışlasında kalmaya devam ederken kendisi ailesine ve zenginliğine geri döndüğünden olsa gerek, Max Rotman Hitler ile ilgilenmeyi kendine görev ediniyor. Aralarındaki ilişki biraz zorlama da dursa, film aslında savaş karşıtı Max Rotman’ın Hitler’i neredeyse kaybettiği kolu gibi bir savaş kaybı olarak gördüğünü anlatmak istiyor. Herhalde bu yüzden de genç Hitler’in ‘’Ben Yahudi karşıtıyım, sıçtılar gül gibi ülkemin içine!’’ diye orda burada bar bar bağırınmasına rağmen ondan bir türlü vazgeçmiyor. Hitler’in boktan resimlerine bakıp ‘’İçindekini kâğıda dök evladım, cephede yaşadıkların resimlerinden okunsun.’’ gibi ortalama eleştirilerle onu mütemadiyen gaza getirmeye çalışıyor.

Film ‘’Hitler’i insanileştirdiği’ için oldukça eleştiri toplamış. Peki Hitler'i insan yerine koymak ne demek? Aslında Hitler iyiydi de çevresi kötüydü, bir elinden tutan olaydı da keşke yıkıcı dürtülerini sanata aktaraydı mı demek? Ressam olarak umduğunu bulamayan Hitler'in ‘’Mademki resim yapamıyorum en iyisi katliam yapayım.’’ demesi mi gerek?

‘’Bir insan olarak Hitler.’’ alt başlıklı film iyi ve kötü eleştirilerini hep aynı yanlış noktadan alıyor bence. Neden derseniz, Hitler’in insanlığından ben şahsen hiç şüphe etmedim.
Bir ırkı yok etmeye çalışırken yaptıklarına ya da hastalıklı felsefesine bakınca, bütün bunları ancak bir insan evladının yapabileceğini görmek çok da zor değil. Hiçbir fino köpeği kurt köpeklerini ortadan kaldırmak için kitlesel imha planları yapmıyor zira.

Filmin Hitler ressam olaydı faşist olmazdı argümanı ne kadar parlaksa, politika yeni sanattır! tezi de yönetmenin konuyu hepten yanlış anladığını fevkaladenin fevkinde ortaya koymakta.

11 Haziran 2008 Çarşamba

Çocuklar korkunç Allah’ım!

Büyüdüm de küçüldüm.

Neden çocuklar bu kadar acımasız olur? Neden hayatımızın en akıl hastası dönemi ilkokul çağlarıdır? Neden çocuklar kedilerin kuyruğuna teneke bağlar, şişman arkadaşlarıyla ağlatana kadar dalga geçer, karıncaların yuvasını bozar?

Çünkü vicdansızdır çocuklar.

Büyüdükçe kedilerin kuyruğunun acıdığını anlarız, alay edilenlerin kalbinin kırılabildiğini, böceklerin bacaklarının koparılmaması ve yenmemesi gerektiğini de öğreniriz. Kim öğretir bunları bize, kitaplar mı, filmler mi, anneler mi? Vicdan öğrenilebilecek bir şey mi?

L’enfant, yaşlanan ama büyümeyen bir çocuğun filmi. Vicdanı gelişmediği için kendi çocuğunu satabilen bir çocuğun hikâyesi. Seyrettikten sonra neden ‘’İçimizdeki çocuk’’u öğle uykusuna yatırmak gerek, anlıyor insan.

4 Haziran 2008 Çarşamba

Bir devrin sonu.

Aç bak bakalım Jonesy içinde mi.

Kimse de çıkıp ağzını yaya yaya ‘’Hayırr yani anlamıyorum ki ne bekliyordun, gayet eğlenceli iştaa Indiana Jones’’ demesin, kalbini kırarım.

3 Haziran 2008 Salı

Bir ömür yetmez.

Siete pronto?

Ferzan Özpetek için gay aşkları anlatıyor diyenler fena yanılıyor. Bir kere hiç bir Ferzan Özpetek filminde lezbiyen ilişkiye rastlayamazsınız. Bırakınız ana karakter ya da ana mevzu olmayı, o kalabalık arkadaş gruplarındaki yan elemanlar bile lezbiyen değildir. Ferzan Özpetek gay ilişkileri değil, bir erkeği sevmeyi anlatır çünkü. Bunu da ya bir erkeği seven bir erkeğin gözünden ya da bir erkeği seven bir kadının gözünden anlatır. Ama kahramanımız erkek de olsa, kadın da olsa anlatılan aynı aşktır. Cahil Periler'de aynı adamı seven adam ve kadının sonunda birbirlerini sevmeleri de şaşılacak bir şey değildir bu yüzden.

Ferzan Özpetek hiç de alışık olmadığımız dünyaları, durumları, insanları ve ilişkileri o kadar yumuşak, içten ve inanarak anlatıyor ki, sanki biz bu hayatları zaten biliyormuşuz zannetmeye başlıyoruz bir noktadan sonra. Saturno Contro hakkında bu yüzden bu kadar çok kişi ağız birliği etmişcesine ''Amaaan şekerim bu Özpetek filmleri de hep aynı'' diyor. ''Neymiş, bi takım gay adamlar, işte uzun tahta masalarda makarna yemeler felan...''

Halbuki çok cesur konular dönüyor Saturno Contro'da. Bir şekilde birbirlerini bulmuş ve birbirlerinin ailesi haline gelmiş arkadaş grubunda çoğumuzun kenarından bile dolaşamayacağı hayatlar yaşanıyor. Sevgilisi ondan çok daha genç ve çok daha güzel (yakışıklı?) birine aşık olduğunda bile ondan vaz geçmeyen, onu bırakıp gitmeyen, o arkadaş grubundan çıkmayan ve kendine gay değil ''ibne'' diyen Sergio, bilmem kaç yıllk evlilik ve iki çocuktan sonra başka bir kadına aşık olan ve hayatındaki bu yeni deneyimi de hayatındaki en önemli insanla yani karısıyla birlikte yaşamak isteyen Antonio, mükemmel olmamanın aslında mükemmel bir şey olduğunu sonunda kabul eden Angelica, gerçekleri kabul etmeyen ve uyuşturucularla kendi gerçekliğini yaratan Roberta... Bu yan hikayelerin hepsi de tek başlarına bir film olmayı hak ediyorlar bence.

Ha film bazı yerlerde kopmuyor mu? Sanki bizim ilgi ve alakamıza ihtiyacı yokmuş gibi devam etmiyor mu? Ediyor. Ama Özpetek'in sinema dili o kısımları da affettiriyor bence. Lorenzo'nun beyin kanaması geçireceği akşam bundan habersiz en güzel kıyafetlerini giyip hazırlanması, Roberta'nın Lorenzo'nun ölümünü kabul edemeyip onu sağlıklı ve neşeli bir şekilde arkadaşlarıyla gülüp eğlenirken hayal etmesi ve çalan neşeli müzik, Antonio'nun sevgilisiyle konuşmadan meydanda yaptığı uzun yürüyüş...
Yalnızca bu sahneler Saturno Contro'yu benim nazarımda pek iyi bir film yapmaya yetti.







28 Mayıs 2008 Çarşamba

Dünkü çocuklara.

Çarpıcı bir fikrim var...

Filmin boyunca bir yerlerden Adile Naşit çıkıp da ‘’Turşu suyunun iyisi sirkeyle olur!’’ diye bağıracak diye beklemedim desem yalan olur. Küçük ve sevimli mahallelerin küçük ve sevimli insanlarına inanarak büyümüş olan bizler için bambaşka bir tadı var Be Kind Rewind’ın. Dayanışma, dostluk ve haksızlıklara direnme gibi değerlere Yeşilçam’dan aşinayız ama bir yandan da hiç aşina olmadığımız, memleket semalarında karşılaşmadığımız bir yaratıcılık var ortada. Film boyunca ‘’tekrar’’çekilen filmlerde kullanılan efektler, yaratılan basit ama şaşırtıcı görsel mucizeler yalnızca eğlenceli bir film değil, bir Michael Gondry filmi seyrettiğimizi defalarca hatırlatıyor bize.

Michael Gondry; 12 yaşında bir oğlan çocuğu gibi çalışan kafasıyla, her çocuk gibi dâhice ve bambaşka kaydediyor dünyayı. Bu kadar çocuksu, bu kadar saçma sapan, bu kadar sevimli, bu kadar iyi hissettiren ve bu kadar salakça bir filmi sanıyorum ki ondan başkası ne yazabilir ne de çekebilirdi.

http://www.bekindmovie.com/youtube.html

Awake: Uyanık kalmak ne mümkün.

Bu sene iyi Hamsi yaptı...

Filmin en can alıcı noktası aslında isminde saklı ama Türkçeye ‘Uyanık’ olarak çevrildiğinde bambaşka çağrışımlar yaratacağı düşünüldüğünden olsa gerek, ülkemizde ‘Anestezi’ ismiyle oynadı sinemalarda. İsminden sonra ikinci vurucu nokta da, bize her yıl ameliyat olan 21 milyon hastadan 700’de birinin anestezi sırasında uyanık kaldığını söyleyen afiş yazısı.

Bu istatistiğin altında yatan gerilimin dışında da başka bir vurucu tarafı yok ne yazık ki Awake’in. Filmin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini yapan Joby Harold, ‘Var ya, aklıma müthiş bir fikir geldi’ dedikten sonra, o müthiş fikri nasıl anlatacağını sanki biraz es geçmiş.

Hayatı boyunca arkasından müstehzi bir ifadeyle ‘Keşke hep Anakin Skywalker olarak kalsaydı.’ denilecek olan Hayden Christensen ve hareketsiz durduğu sürece oldukça başarılı olan Jessica Alba’nın aralarında bir türlü oluşamayan elektrik, filmdeki çoğu şey gibi oyuncu kadrosunun da topalladığını gösteriyor bize. Doktor rolündeki Terrence Howard, kendi rolünü pek anlamadığından olsa gerek, ''Neyim ben? İyi adam mı kötü adam mı? Yoksa ben iyiyim de çevrem mi kötü?'' dercesine boş bakarak varla yok arası bir oyunculuk sergiliyor. Filmde görmekten memnun olacağımız tek isim olan Lena Olin ise, bildiğiniz gibi. Etliye sütlüye karışmadan kendi işine bakıyor.

Gelelim konuya: Adeta parayla saadet olmaz lafını desteklemek için yaşayanClay Beresford (Cristensen) doğuştan kalp hastası, multimilyoner ve kalbi yaralı olduğu için sürekli üzgün üzgün bakan yakışıklı bir gencimizdir. Annesi Lilit Beresford (Olin) ile neredeyse duygusal enseste kaçan bir ilişkisi vardır. Bir yandan da annesinin sekreteri Sam Lockwood (Alba) ile bir süredir aşk yaşamaktadır ama annesinin korkusundan bunu kendine bile söyleyememektedir. Clay ne kadar aristokrat, asil ve üzgünse, sevgilisi Sam de o kadar metrodan inmeyen neşeli bir halk çocuğudur.

Bu ilişki uzatıldıkça uzatılırken ve bu film herhalde böyle sürecek diye düşünülürken, Clay’e kalp nakli yapılması gerektiğini, bunun için uygun bir kalp arandığını Allah’a şükür bir şekilde öğreniriz. Multimilyoner de olsa her Amerikan vatandaşı gibi efendice organ nakli sırası bekleyen Clay’e sonunda bir kalp bulunur ve ameliyat günü gelir çatar. Clay, annesinin tüm ısrarlarına rağmen, ne başkanlar ne dünya liderleri ameliyat etmiş olan cerrahı değil, boş zamanlarında işi gücü bırakıp balık tutmaya giden arkadaşı Dr.Jack’i (Howard) tercih eder, sanki ölüm kalım meselesi olan bizmişiz gibi.

Film en nihayetinde ameliyat esnasında başlar aslında. Narkozu yiyince mışıl mışıl uyuması gereken Clay bir türlü uyumak bilmez. Bilinci açıktır, kendisine uygulanmakta olan her türlü işlemin de farkındadır üstelik. Clay’in farkındalığının farkına varırken yaşadığı paniğin bize kalp çarpıntısı geçirtmesi gerekirken, kendi kendine iç sesiyle durmadan konuşması bir noktadan sonra tarifsiz bir sıkıntı yaratır. Filmimizin kahramanı bir türlü uyuyamazken tatlı bir mayhoşluğun seyircinin göz kapaklarına asılması tam da bu zamana denk gelir.

Clay’in monoluğu sürerken olan olur ve kahramanımızın aslında bir entrikalar yumağının içinde olduğunu anlarız. Bilinci açık, gözü kapalı olan Clay ameliyat masasında ne yapacağını şaşırır ve kendini kurtarmak için çırpındıkça çırpınır. Sonunda da eli ayağı tutan kötüler çetesi değil, kuzu gibi yattığı yerden kalkamayan Clay kazanır ve herkes layığını bulur.

Bu kadar olumsuzluğa, tahmin edilebilirliğe ve kötü oyunculuğa rağmen, yine de izlenmeyecek bir film değil Awake. Filmin durumunu anladıktan sonra insan kendini kasmadan, sinirlenmeden ve hatta Jessica Alba’nın mimiksizliğine kafayı takmadan seyrederse zevk bile alabilir. Yalnızca baştan beri ‘Yapma evladım, etme evladım.’ diyen annenin her konuda haklı çıkmasını ‘Ana gibi yar olmaz.’ deyişiyle özetleyerek dersimizi almamız bizim için yeterli olacaktır. Üstelik bir filmin kötü olduğunu anladıktan sonra esneye esneye seyretmeye devam etmenin de ayrı bir zevki vardır, bilenler bilir.

22 Mayıs 2008 Perşembe

Durmayalım düşeriz.

Senin de hoşuna gidecek yavrum.


İtiraf ediyorum ki, Marathon Man’i o meşhur Laurence Olivier – Dustin Hoffman anekdotu yüzünden seyrettim.

Hani Dustin Hoffman sete uykusuz ve bitik bir halde gelir zira filmdeki karakterinin başına gelmeyen kalmamıştır, işkencelerden geçmiş ve saatlerce kovalanmıştır. Metod oyunculuğunun bokunu çıkartan Dustin Hoffman da karaktere daha iyi can verebilmek için yemez içmez uyumaz ve leş bir halde gelir sete. Bunu gören yılların kurdu Laurence Olivier de, ‘’Rol yapmayı denesen kuzum, o daha kolaydır.’’ diyerek ayar tarihine adını altın harflerle yazdırır.

(Sonradan Actor’s Studio’da seyrettim, Dustin Hoffman ‘’Valla bak bilerek yapmadım, karımdan boşanıyodum zaten bunalımdaydım, hem Olivier’de öle bişi demedi, beni çok severdi rahmetli’ tarzında bir açıklama yaptı ama yemezler.)

Bir Dustin Hoffman hayranı olarak senelerim bu filmi merak ederek geçti. Sonunda dvd’sini edinip seyrettim ve üzülerek söylüyorum ki, berbat bir filmmiş. En son There will be blood’da tecrübe ettiğimiz gibi, nasıl oluyor da bütün dünya belli dönemlerde oldukça kötü filmlerin başyapıt olduğu konusunda hemfikir olabiliyor anlamak mümkün değil. Ama bunu anlayan sanırım kitle psikolojisini çözen ve Hitler’e de mantıklı bir açıklama getirebilen biridir ve çok akıllı bir insandır.

Filme dönmek gerekirse ‘’hikaye anlatımı’ olarak gördüğüm en sığ filmlerden biri. William Goldman herkesin romanı okuduğundan ya da daha iyisi onun aklını okuduğundan emin olarak kaleme almış senaryoyu sanırım. O kadar dikkatli seyretmiş olmama rağmen (evet bir noktadan sonra sıkılıp oje sürmeye başlamış olabilirim ama kulağım hep ekrandaydı) Dustin’in babasının ne haltlar karıştırdığını ve neden intihar ettiğini anlamam mümkün olmadı mesela. Aynı şekilde Roy ‘un ne iş yaptığını da tam çözemedim. Evet, polisiye bir durum vardı ama, neydi?

Peki ya grevler, Paris sokaklarındaki çöpler, hele hele Dustin ve manitanın (hesapta) çok ateşli sevişme sahnesi? Tam 40 yaşındaki Dustin’in üniversite öğrencisini oynamasına hiç değinmiyorum bile. (Rahmetli abisi daha genç duruyordu yeminle) Peki o manitanın fonksiyonu neydi? Olivie’nin Yahudi mahallesinde salyangoz satmasından hiç bahsetmeyeceğim.

Peki, kabul ediyorum ki, Tarantino henüz o zamanlar ortalıkta olmadığı için Olivie’nin psikopat dişçi karakteri ve Dustin’in dişini vzzzz eden makineyle oyma sahnesi dönemine göre oldukça mide bulandırıcı ve gergin bir sahne olmalı. Ha keza Dustin’in tabana kuvvet koşmak suretiyle New York sokaklarında kaçıştığı kovalama sahnesinin ve şu ahir dünyada kendisini çıplak görme şerefine eriştiğimiz banyo sahnesinin de hakkını verelim.

Ama son tahlilde kötü oynanmış ( Shakespeare çarpar, Laurence Olivier hariç diyelim), kötü çekilmiş (doğruya doğru), kötü yazılmış (romanı bilemem), hikayesi anlaşılmazlıklar ve hatalarla dolu bir ‘başyapıt’mış gerçekten de.


Not: Ama asıl sorum şu: Sayın William Goldman, neden maraton?

12 Mart 2008 Çarşamba

sansürttürme şair abüüü


Tabutta Rövaşata kadar tuhaf bir duygusu olan ve başından sonuna bu hissi koruyabilen çok az film var herhalde. NE güzel şey sinemanın parayla hiç alakasının olmaması!

bu yuzden
ust uste gelen beyin kanamalari gibi duştu gecmişim
kimse gel otur demedi bana hep git
hep defol
hep offf kim bu serseri
hep caliş dediler hic iş
hep ogut verdiler hic us
hep yikan dediler hic su
bi'kar karambol kiş gunu
iki tavuskuşunun katline ferman yazip ac midemle
gulhane parki'nda pişirip yemedigimden
fişlediler karakol karakol
ustune
cop inince kelleme tatli yerine
yildizlar
yildizlar
yildizlar

5 Şubat 2008 Salı

Y'know what you are, what you're made of. War is in your blood. When you're pushed, killing's as easy as breathing.

Rambo gelir, bir sürü adam öldürür (öyle böyle değil).
Ya ne olaacadı?
John Rambo'yu sevmeyen insan değildir!

Taraf olmazsan telef olursun.




Gone Baby Gone; yarattığı atmosferle olsun, Casey Affleck'in başta ağzına bir tane çakma isteği doğurup sonradan alışılan alışılagelmişin dışındaki oyunculuğuyla olsun, feyk atan plot twistleriyle olsun gayet de averajın üzerinde, eli yüzü düzgün bir film olabilirmiş. Olabilirmiş çünkü, filmin sonunda yaratılan polemik Gone Baby Gone'ı iyi değil, çok iyi bir film yapmış.
Ben seyrettiğimden beri yaklaşık bir haftadır Patrick Kenzie'in verdiği kararı düşünüyorum, ben olsaydım ne yapardım diyorum.
İnsan başta hiç düşünmeden küçük kızın Capt. Jack Doyle'da kalması gerektiğinine karar veriyor elbette ama dedim ya, düşünmeden. Biraz kafa yorunca şöyle şeyler geliyor akla; kim alkolik bir anneyle büyüyen bir çocuğun mutsuz olacağını ''garanti'' edebilir ki?
Bir de şu var, françois truffaut' o berbat çocukluğu yaşamasaydı Les Quatre Cents Coups'u çekebilir miydi? Peki ya Les Quatre Cents Coups mutlu bir çocukluktan daha mühim olabilir mi?
Dedik ya, çok kafa karıştırıcı, insanın keyfine çomak sokucu bir film Gone Baby Gone.
İnsan sinemadan daha ne isteyebilir ki?




25 Ocak 2008 Cuma

Hayvan gibi yaşamak / *Gadjo Dilo


Stéphane, babasının ölmeden önce sürekli dinlediği şarkıyı söyleyen kadını bulmayı kafasına takmış bir Fransız delikanlısıdır. Çantasını sırtına takıp, şarkının olduğu kasedi de yanına alarak kendini yollara vurur. Sonunda yolu Romanya'da bir çingene köyüne düşer.
En az misafir olduğu çingeneler kadar deli ve tuhaf olan kahramanımız zamanla ortama iyice ısınır, köylülerin arasına kaynar ve neyin peşinde olduğunu unutur. Ama tahmin edersiniz ki, sonunda aradığından daha kıymetli bir şey bulur: kendini.

Mevzu pek orijinal değil ama mezunun ne olduğu da mühim değil. Çingenelerin hayatı ıssıra kopara yiyen halleri, toz toprak ve votka içinde yaşayışları, her dakika ana avrat küfürü basışları, canları çektiği gibi ve canlarının çektiğiyle sevişmeleri, habire çalıp oynamaları, vahşi hayvanlar gibi yerlerde yuvarlanmaları filmin asıl cazibesi.

Not: Filmin etkisinde kalarak kendini fazla 'medeni' hissedip rahatsız olmak, ''Kasmicam abicim ben de bundan sonra o hoo 3 günlük dünya.'' diye kendini kandırmak ve göbek atmaya çalışıp kütük gibi sağa sola sallanmak gibi anormallikler iki gün sonra geçiyor, korkmayın.
Bu arada, müziklerin harika olduğunu söylemeye gerek var mı?


*Çılgın yabancı.




7 Ocak 2008 Pazartesi


Ne zaman birisi benim çok sevdiğim bir filmi anlamadığını ve sevmediğini söylese kalbim paramparça oluyor. ''Nasıl nasıl anlamazsın ama sana çok güvenmiştim!'' diyesim geliyor ve yanağımdan süzülen bir damla yaşı elimin tersiyle siliyorum. O yüzden, kendimi hayal kırıklığına uğratmamak için Ruang rak noi nid mahasan'ı (aka Last Life In The Universe) anlamak ve sevmek için çok uğraştım. Bir çok insana bir çok şey ifade eden bir film neden bana hitap etmemişti, yoksa ben odun muydum?
Uzak Doğu Sineması'nı bu denli severken bu neredeyse kültleşmiş film neden bana hiç değip dokunmamıştı. İşte günlerdir bunu dert edip uykularımdan olduktan sonra, şu cümleyi kurma cesaretini kendimde buldum sonunda: Saçma sapan bi film lan bu!
Ve sözlerimi şöyle bitirdim: Ya bırrah Allanı seversen.

Paris sıkıntısı hiç bu kadar neşeli olmamıştı!


Ne zaman ki birileri Paris hakkında romantizmin başkenti der, benim kusasım gelir.
Paris ziyaretim sırasında yaşadığım iç sıkıntısı ve başka bir gezegende olma hissi sadece bana mı nasip olmuştur diye de hep merak ederdim.
Bu hislerine tercüman olduğu için 2 Days In Paris'e özellikle teşekkür ederim.

2 Days In Paris; New York'lu ve oldukça Woody Allen vari ( New Yorkerlık bunu gerektiriyor olsa gerek) bir iç mimarla, yine New York'da yaşayan bir Fransız fotoğrafçının Paris'te geçen iki gününü anlatıyor. Ortamın yerlisi Marion'un geçmişi (ya da eski sevgilileri diyelim) ve ''Avrupalı''lığı has Amerikalı Jack'e oldukça zor zamanlar yaşatıyor bu 2 günlük ziyarette. Hem kültür çatışması hem de kadın- erkek ilişkileriyle ilgili öyle komik ve sıradışı göndermeler, öyle zekice replikler var ki, seyrederken kahkaha atmamak elde değil. Üstelik film ezberlediğimiz Paris manzaralarında değil, ara sokaklarda, apartman dairelerinde, taksilerde, pazarda ve hatta Mc Donalds'da geçiyor!

Julie Delpy'nin gerçek anne babasının canlandırdığı eski hippi anne baba, sokakta karşılaşılan Amerikalı turistler, Jim Morrison'ın mezarı başındaki 'minyatür hippi' ve tabi ki 'peri' benim filmde en sevdiğim ve en çok güldüğüm karakterler oldu.

Julie Delpy, hem sarışın, hem akıllı, hem de güzel olduğu halde bir gram bile kibir göstermeden aşk hakkında bildiklerini öyle güzel anlatmış ki, gidip sarılıp öpesim geliyor.
Küstah ve tedirgin Amerikalı sevgili rolü ne kadar iyi yazıldıysa, bir o kadar da iyi oynanmış, Adam Goldberg ilk defa ''yancılık''tan başrole geçişinin hakkını şahane vermiş.

Sonuç olarak romantizmden anladığı ''mum ışığında akşam yemeği'' olanların uzak durması gereken; çok gerçek, çok nefis bir romantik komedi 2 Days In Paris.

julie Delpy'nin harika monologunu da ekleyerek bitireyim öyleyse:

it always fascinated me how people go from loving you madly to nothing at all, nothing. it hurts so much. when i feel someone is going to leave me, i have a tendency to break up first before i get to hear the whole thing. here it is. one more, one less. another wasted love story. i really love this one. when i think that its over, that i'll never see him again like this... well yes, i'll bump into him, we'll meet our new boyfriend and girlfriend, act as if we had never been together, then we'll slowly think of each other less and less until we forget each other completely. almost. always the same for me. break up, break down. drunk up, fool around. meet one guy, then another, fuck around. forget the one and only. then after a few months of total emptiness start again to look for true love, desperately look everywhere and after two years of loneliness meet a new love and swear it is the one, until that one is gone as well. there's a moment in life where you can't recover any more from another break-up. and even if this person bugs you sixty percent of the time, well you still can’t live without him. and even if he wakes you up every day by sneezing right in your face, well you love his sneezes more than anyone else's kisses.

3 Ocak 2008 Perşembe

E biz bu filmi görmüştük?


Bu kadar hesaplanmış, matematik problemine döndürülmüş ''duygu yüklü'' filmler korkutuyor beni.
(Aynı şeyi Little Miss Sunshine'da da hissetmiş o yüzden ''çok'' sevememiştim ne kadar iyi bir film olsa da.)
Üstelik Yavuz Turgul artık komik değil. Tosun Paşa'da başlayıp Muhsin Bey, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'ninde devam eden o muhteşem mizah artık yok. Onun yerine ''ben seyirciyi çok iyi tanırım'' ve ''nerede ne hissetmesi gerektiğine ben karar veririm'' ciddiyeti var.
Eğer özel kapsüllerde dondurulup yalnızca Yavuz Turgul filmlerinde uyandırılsaydık, muhtemelen Kabadayı'nın çok iyi bir film olduğunu düşünürdük. Ama malesef biz zavallı seyirci kullar Türk, Avrupa ve Uzak Doğu Sineması'ndan çok iyi filmler seyrediyoruz artık. (Memento'yla Tarantino filmlerini de biliyoruz üstelik! Polaroid fotoğraf çekilip, Mexican Standoff yapılınca bir Deja Vu yaşamıyor değiliz.)
Gene toparlayamayarak film hakkında bildiğim tek lafı edeyim: Çok samimiymiş 'gibi yapan' çok kibirli bir film bu. (Kenan İmirzalıoğlu ise bildiğiniz gibi değil!)