28 Mayıs 2008 Çarşamba

Dünkü çocuklara.

Çarpıcı bir fikrim var...

Filmin boyunca bir yerlerden Adile Naşit çıkıp da ‘’Turşu suyunun iyisi sirkeyle olur!’’ diye bağıracak diye beklemedim desem yalan olur. Küçük ve sevimli mahallelerin küçük ve sevimli insanlarına inanarak büyümüş olan bizler için bambaşka bir tadı var Be Kind Rewind’ın. Dayanışma, dostluk ve haksızlıklara direnme gibi değerlere Yeşilçam’dan aşinayız ama bir yandan da hiç aşina olmadığımız, memleket semalarında karşılaşmadığımız bir yaratıcılık var ortada. Film boyunca ‘’tekrar’’çekilen filmlerde kullanılan efektler, yaratılan basit ama şaşırtıcı görsel mucizeler yalnızca eğlenceli bir film değil, bir Michael Gondry filmi seyrettiğimizi defalarca hatırlatıyor bize.

Michael Gondry; 12 yaşında bir oğlan çocuğu gibi çalışan kafasıyla, her çocuk gibi dâhice ve bambaşka kaydediyor dünyayı. Bu kadar çocuksu, bu kadar saçma sapan, bu kadar sevimli, bu kadar iyi hissettiren ve bu kadar salakça bir filmi sanıyorum ki ondan başkası ne yazabilir ne de çekebilirdi.

http://www.bekindmovie.com/youtube.html

Awake: Uyanık kalmak ne mümkün.

Bu sene iyi Hamsi yaptı...

Filmin en can alıcı noktası aslında isminde saklı ama Türkçeye ‘Uyanık’ olarak çevrildiğinde bambaşka çağrışımlar yaratacağı düşünüldüğünden olsa gerek, ülkemizde ‘Anestezi’ ismiyle oynadı sinemalarda. İsminden sonra ikinci vurucu nokta da, bize her yıl ameliyat olan 21 milyon hastadan 700’de birinin anestezi sırasında uyanık kaldığını söyleyen afiş yazısı.

Bu istatistiğin altında yatan gerilimin dışında da başka bir vurucu tarafı yok ne yazık ki Awake’in. Filmin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini yapan Joby Harold, ‘Var ya, aklıma müthiş bir fikir geldi’ dedikten sonra, o müthiş fikri nasıl anlatacağını sanki biraz es geçmiş.

Hayatı boyunca arkasından müstehzi bir ifadeyle ‘Keşke hep Anakin Skywalker olarak kalsaydı.’ denilecek olan Hayden Christensen ve hareketsiz durduğu sürece oldukça başarılı olan Jessica Alba’nın aralarında bir türlü oluşamayan elektrik, filmdeki çoğu şey gibi oyuncu kadrosunun da topalladığını gösteriyor bize. Doktor rolündeki Terrence Howard, kendi rolünü pek anlamadığından olsa gerek, ''Neyim ben? İyi adam mı kötü adam mı? Yoksa ben iyiyim de çevrem mi kötü?'' dercesine boş bakarak varla yok arası bir oyunculuk sergiliyor. Filmde görmekten memnun olacağımız tek isim olan Lena Olin ise, bildiğiniz gibi. Etliye sütlüye karışmadan kendi işine bakıyor.

Gelelim konuya: Adeta parayla saadet olmaz lafını desteklemek için yaşayanClay Beresford (Cristensen) doğuştan kalp hastası, multimilyoner ve kalbi yaralı olduğu için sürekli üzgün üzgün bakan yakışıklı bir gencimizdir. Annesi Lilit Beresford (Olin) ile neredeyse duygusal enseste kaçan bir ilişkisi vardır. Bir yandan da annesinin sekreteri Sam Lockwood (Alba) ile bir süredir aşk yaşamaktadır ama annesinin korkusundan bunu kendine bile söyleyememektedir. Clay ne kadar aristokrat, asil ve üzgünse, sevgilisi Sam de o kadar metrodan inmeyen neşeli bir halk çocuğudur.

Bu ilişki uzatıldıkça uzatılırken ve bu film herhalde böyle sürecek diye düşünülürken, Clay’e kalp nakli yapılması gerektiğini, bunun için uygun bir kalp arandığını Allah’a şükür bir şekilde öğreniriz. Multimilyoner de olsa her Amerikan vatandaşı gibi efendice organ nakli sırası bekleyen Clay’e sonunda bir kalp bulunur ve ameliyat günü gelir çatar. Clay, annesinin tüm ısrarlarına rağmen, ne başkanlar ne dünya liderleri ameliyat etmiş olan cerrahı değil, boş zamanlarında işi gücü bırakıp balık tutmaya giden arkadaşı Dr.Jack’i (Howard) tercih eder, sanki ölüm kalım meselesi olan bizmişiz gibi.

Film en nihayetinde ameliyat esnasında başlar aslında. Narkozu yiyince mışıl mışıl uyuması gereken Clay bir türlü uyumak bilmez. Bilinci açıktır, kendisine uygulanmakta olan her türlü işlemin de farkındadır üstelik. Clay’in farkındalığının farkına varırken yaşadığı paniğin bize kalp çarpıntısı geçirtmesi gerekirken, kendi kendine iç sesiyle durmadan konuşması bir noktadan sonra tarifsiz bir sıkıntı yaratır. Filmimizin kahramanı bir türlü uyuyamazken tatlı bir mayhoşluğun seyircinin göz kapaklarına asılması tam da bu zamana denk gelir.

Clay’in monoluğu sürerken olan olur ve kahramanımızın aslında bir entrikalar yumağının içinde olduğunu anlarız. Bilinci açık, gözü kapalı olan Clay ameliyat masasında ne yapacağını şaşırır ve kendini kurtarmak için çırpındıkça çırpınır. Sonunda da eli ayağı tutan kötüler çetesi değil, kuzu gibi yattığı yerden kalkamayan Clay kazanır ve herkes layığını bulur.

Bu kadar olumsuzluğa, tahmin edilebilirliğe ve kötü oyunculuğa rağmen, yine de izlenmeyecek bir film değil Awake. Filmin durumunu anladıktan sonra insan kendini kasmadan, sinirlenmeden ve hatta Jessica Alba’nın mimiksizliğine kafayı takmadan seyrederse zevk bile alabilir. Yalnızca baştan beri ‘Yapma evladım, etme evladım.’ diyen annenin her konuda haklı çıkmasını ‘Ana gibi yar olmaz.’ deyişiyle özetleyerek dersimizi almamız bizim için yeterli olacaktır. Üstelik bir filmin kötü olduğunu anladıktan sonra esneye esneye seyretmeye devam etmenin de ayrı bir zevki vardır, bilenler bilir.

22 Mayıs 2008 Perşembe

Durmayalım düşeriz.

Senin de hoşuna gidecek yavrum.


İtiraf ediyorum ki, Marathon Man’i o meşhur Laurence Olivier – Dustin Hoffman anekdotu yüzünden seyrettim.

Hani Dustin Hoffman sete uykusuz ve bitik bir halde gelir zira filmdeki karakterinin başına gelmeyen kalmamıştır, işkencelerden geçmiş ve saatlerce kovalanmıştır. Metod oyunculuğunun bokunu çıkartan Dustin Hoffman da karaktere daha iyi can verebilmek için yemez içmez uyumaz ve leş bir halde gelir sete. Bunu gören yılların kurdu Laurence Olivier de, ‘’Rol yapmayı denesen kuzum, o daha kolaydır.’’ diyerek ayar tarihine adını altın harflerle yazdırır.

(Sonradan Actor’s Studio’da seyrettim, Dustin Hoffman ‘’Valla bak bilerek yapmadım, karımdan boşanıyodum zaten bunalımdaydım, hem Olivier’de öle bişi demedi, beni çok severdi rahmetli’ tarzında bir açıklama yaptı ama yemezler.)

Bir Dustin Hoffman hayranı olarak senelerim bu filmi merak ederek geçti. Sonunda dvd’sini edinip seyrettim ve üzülerek söylüyorum ki, berbat bir filmmiş. En son There will be blood’da tecrübe ettiğimiz gibi, nasıl oluyor da bütün dünya belli dönemlerde oldukça kötü filmlerin başyapıt olduğu konusunda hemfikir olabiliyor anlamak mümkün değil. Ama bunu anlayan sanırım kitle psikolojisini çözen ve Hitler’e de mantıklı bir açıklama getirebilen biridir ve çok akıllı bir insandır.

Filme dönmek gerekirse ‘’hikaye anlatımı’ olarak gördüğüm en sığ filmlerden biri. William Goldman herkesin romanı okuduğundan ya da daha iyisi onun aklını okuduğundan emin olarak kaleme almış senaryoyu sanırım. O kadar dikkatli seyretmiş olmama rağmen (evet bir noktadan sonra sıkılıp oje sürmeye başlamış olabilirim ama kulağım hep ekrandaydı) Dustin’in babasının ne haltlar karıştırdığını ve neden intihar ettiğini anlamam mümkün olmadı mesela. Aynı şekilde Roy ‘un ne iş yaptığını da tam çözemedim. Evet, polisiye bir durum vardı ama, neydi?

Peki ya grevler, Paris sokaklarındaki çöpler, hele hele Dustin ve manitanın (hesapta) çok ateşli sevişme sahnesi? Tam 40 yaşındaki Dustin’in üniversite öğrencisini oynamasına hiç değinmiyorum bile. (Rahmetli abisi daha genç duruyordu yeminle) Peki o manitanın fonksiyonu neydi? Olivie’nin Yahudi mahallesinde salyangoz satmasından hiç bahsetmeyeceğim.

Peki, kabul ediyorum ki, Tarantino henüz o zamanlar ortalıkta olmadığı için Olivie’nin psikopat dişçi karakteri ve Dustin’in dişini vzzzz eden makineyle oyma sahnesi dönemine göre oldukça mide bulandırıcı ve gergin bir sahne olmalı. Ha keza Dustin’in tabana kuvvet koşmak suretiyle New York sokaklarında kaçıştığı kovalama sahnesinin ve şu ahir dünyada kendisini çıplak görme şerefine eriştiğimiz banyo sahnesinin de hakkını verelim.

Ama son tahlilde kötü oynanmış ( Shakespeare çarpar, Laurence Olivier hariç diyelim), kötü çekilmiş (doğruya doğru), kötü yazılmış (romanı bilemem), hikayesi anlaşılmazlıklar ve hatalarla dolu bir ‘başyapıt’mış gerçekten de.


Not: Ama asıl sorum şu: Sayın William Goldman, neden maraton?