25 Ocak 2008 Cuma

Hayvan gibi yaşamak / *Gadjo Dilo


Stéphane, babasının ölmeden önce sürekli dinlediği şarkıyı söyleyen kadını bulmayı kafasına takmış bir Fransız delikanlısıdır. Çantasını sırtına takıp, şarkının olduğu kasedi de yanına alarak kendini yollara vurur. Sonunda yolu Romanya'da bir çingene köyüne düşer.
En az misafir olduğu çingeneler kadar deli ve tuhaf olan kahramanımız zamanla ortama iyice ısınır, köylülerin arasına kaynar ve neyin peşinde olduğunu unutur. Ama tahmin edersiniz ki, sonunda aradığından daha kıymetli bir şey bulur: kendini.

Mevzu pek orijinal değil ama mezunun ne olduğu da mühim değil. Çingenelerin hayatı ıssıra kopara yiyen halleri, toz toprak ve votka içinde yaşayışları, her dakika ana avrat küfürü basışları, canları çektiği gibi ve canlarının çektiğiyle sevişmeleri, habire çalıp oynamaları, vahşi hayvanlar gibi yerlerde yuvarlanmaları filmin asıl cazibesi.

Not: Filmin etkisinde kalarak kendini fazla 'medeni' hissedip rahatsız olmak, ''Kasmicam abicim ben de bundan sonra o hoo 3 günlük dünya.'' diye kendini kandırmak ve göbek atmaya çalışıp kütük gibi sağa sola sallanmak gibi anormallikler iki gün sonra geçiyor, korkmayın.
Bu arada, müziklerin harika olduğunu söylemeye gerek var mı?


*Çılgın yabancı.




7 Ocak 2008 Pazartesi


Ne zaman birisi benim çok sevdiğim bir filmi anlamadığını ve sevmediğini söylese kalbim paramparça oluyor. ''Nasıl nasıl anlamazsın ama sana çok güvenmiştim!'' diyesim geliyor ve yanağımdan süzülen bir damla yaşı elimin tersiyle siliyorum. O yüzden, kendimi hayal kırıklığına uğratmamak için Ruang rak noi nid mahasan'ı (aka Last Life In The Universe) anlamak ve sevmek için çok uğraştım. Bir çok insana bir çok şey ifade eden bir film neden bana hitap etmemişti, yoksa ben odun muydum?
Uzak Doğu Sineması'nı bu denli severken bu neredeyse kültleşmiş film neden bana hiç değip dokunmamıştı. İşte günlerdir bunu dert edip uykularımdan olduktan sonra, şu cümleyi kurma cesaretini kendimde buldum sonunda: Saçma sapan bi film lan bu!
Ve sözlerimi şöyle bitirdim: Ya bırrah Allanı seversen.

Paris sıkıntısı hiç bu kadar neşeli olmamıştı!


Ne zaman ki birileri Paris hakkında romantizmin başkenti der, benim kusasım gelir.
Paris ziyaretim sırasında yaşadığım iç sıkıntısı ve başka bir gezegende olma hissi sadece bana mı nasip olmuştur diye de hep merak ederdim.
Bu hislerine tercüman olduğu için 2 Days In Paris'e özellikle teşekkür ederim.

2 Days In Paris; New York'lu ve oldukça Woody Allen vari ( New Yorkerlık bunu gerektiriyor olsa gerek) bir iç mimarla, yine New York'da yaşayan bir Fransız fotoğrafçının Paris'te geçen iki gününü anlatıyor. Ortamın yerlisi Marion'un geçmişi (ya da eski sevgilileri diyelim) ve ''Avrupalı''lığı has Amerikalı Jack'e oldukça zor zamanlar yaşatıyor bu 2 günlük ziyarette. Hem kültür çatışması hem de kadın- erkek ilişkileriyle ilgili öyle komik ve sıradışı göndermeler, öyle zekice replikler var ki, seyrederken kahkaha atmamak elde değil. Üstelik film ezberlediğimiz Paris manzaralarında değil, ara sokaklarda, apartman dairelerinde, taksilerde, pazarda ve hatta Mc Donalds'da geçiyor!

Julie Delpy'nin gerçek anne babasının canlandırdığı eski hippi anne baba, sokakta karşılaşılan Amerikalı turistler, Jim Morrison'ın mezarı başındaki 'minyatür hippi' ve tabi ki 'peri' benim filmde en sevdiğim ve en çok güldüğüm karakterler oldu.

Julie Delpy, hem sarışın, hem akıllı, hem de güzel olduğu halde bir gram bile kibir göstermeden aşk hakkında bildiklerini öyle güzel anlatmış ki, gidip sarılıp öpesim geliyor.
Küstah ve tedirgin Amerikalı sevgili rolü ne kadar iyi yazıldıysa, bir o kadar da iyi oynanmış, Adam Goldberg ilk defa ''yancılık''tan başrole geçişinin hakkını şahane vermiş.

Sonuç olarak romantizmden anladığı ''mum ışığında akşam yemeği'' olanların uzak durması gereken; çok gerçek, çok nefis bir romantik komedi 2 Days In Paris.

julie Delpy'nin harika monologunu da ekleyerek bitireyim öyleyse:

it always fascinated me how people go from loving you madly to nothing at all, nothing. it hurts so much. when i feel someone is going to leave me, i have a tendency to break up first before i get to hear the whole thing. here it is. one more, one less. another wasted love story. i really love this one. when i think that its over, that i'll never see him again like this... well yes, i'll bump into him, we'll meet our new boyfriend and girlfriend, act as if we had never been together, then we'll slowly think of each other less and less until we forget each other completely. almost. always the same for me. break up, break down. drunk up, fool around. meet one guy, then another, fuck around. forget the one and only. then after a few months of total emptiness start again to look for true love, desperately look everywhere and after two years of loneliness meet a new love and swear it is the one, until that one is gone as well. there's a moment in life where you can't recover any more from another break-up. and even if this person bugs you sixty percent of the time, well you still can’t live without him. and even if he wakes you up every day by sneezing right in your face, well you love his sneezes more than anyone else's kisses.

3 Ocak 2008 Perşembe

E biz bu filmi görmüştük?


Bu kadar hesaplanmış, matematik problemine döndürülmüş ''duygu yüklü'' filmler korkutuyor beni.
(Aynı şeyi Little Miss Sunshine'da da hissetmiş o yüzden ''çok'' sevememiştim ne kadar iyi bir film olsa da.)
Üstelik Yavuz Turgul artık komik değil. Tosun Paşa'da başlayıp Muhsin Bey, Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni'ninde devam eden o muhteşem mizah artık yok. Onun yerine ''ben seyirciyi çok iyi tanırım'' ve ''nerede ne hissetmesi gerektiğine ben karar veririm'' ciddiyeti var.
Eğer özel kapsüllerde dondurulup yalnızca Yavuz Turgul filmlerinde uyandırılsaydık, muhtemelen Kabadayı'nın çok iyi bir film olduğunu düşünürdük. Ama malesef biz zavallı seyirci kullar Türk, Avrupa ve Uzak Doğu Sineması'ndan çok iyi filmler seyrediyoruz artık. (Memento'yla Tarantino filmlerini de biliyoruz üstelik! Polaroid fotoğraf çekilip, Mexican Standoff yapılınca bir Deja Vu yaşamıyor değiliz.)
Gene toparlayamayarak film hakkında bildiğim tek lafı edeyim: Çok samimiymiş 'gibi yapan' çok kibirli bir film bu. (Kenan İmirzalıoğlu ise bildiğiniz gibi değil!)