22 Haziran 2008 Pazar

Benim de canım var, ben de insanım.

Güzel Sanatlar Fakültesi puanları düşürülsün!

Kavgam’ın bestseller olduğu ülkemizde Max’in Genç Hitler adıyla bilinmesi şaşırtıcı değil herhalde. Film (adıyla müsemma) Max Rothman isimli savaş gazisi Yahudi bir resim tacirini merkeze koysa da, izleyici elbette henüz ‘The Hitler’ olmamış genç Hitler ile daha çok ilgileniyor.

Birinci Dünya Savaşı’nda kolunu kaybeden zengin Yahudi Max Rothman tesadüfen pek de gelecek vaat etmeyen ressam adayı onbaşı Hitler’le karşılaşıyor. Ayaküstü tanışma konuşmasında cephede birbirlerinden sadece birkaç kilometre uzakta savaştıklarını öğreniyorlar. İşsiz, parasız ve yapayalnız olan genç Hitler savaş sonrası ordunun kışlasında kalmaya devam ederken kendisi ailesine ve zenginliğine geri döndüğünden olsa gerek, Max Rotman Hitler ile ilgilenmeyi kendine görev ediniyor. Aralarındaki ilişki biraz zorlama da dursa, film aslında savaş karşıtı Max Rotman’ın Hitler’i neredeyse kaybettiği kolu gibi bir savaş kaybı olarak gördüğünü anlatmak istiyor. Herhalde bu yüzden de genç Hitler’in ‘’Ben Yahudi karşıtıyım, sıçtılar gül gibi ülkemin içine!’’ diye orda burada bar bar bağırınmasına rağmen ondan bir türlü vazgeçmiyor. Hitler’in boktan resimlerine bakıp ‘’İçindekini kâğıda dök evladım, cephede yaşadıkların resimlerinden okunsun.’’ gibi ortalama eleştirilerle onu mütemadiyen gaza getirmeye çalışıyor.

Film ‘’Hitler’i insanileştirdiği’ için oldukça eleştiri toplamış. Peki Hitler'i insan yerine koymak ne demek? Aslında Hitler iyiydi de çevresi kötüydü, bir elinden tutan olaydı da keşke yıkıcı dürtülerini sanata aktaraydı mı demek? Ressam olarak umduğunu bulamayan Hitler'in ‘’Mademki resim yapamıyorum en iyisi katliam yapayım.’’ demesi mi gerek?

‘’Bir insan olarak Hitler.’’ alt başlıklı film iyi ve kötü eleştirilerini hep aynı yanlış noktadan alıyor bence. Neden derseniz, Hitler’in insanlığından ben şahsen hiç şüphe etmedim.
Bir ırkı yok etmeye çalışırken yaptıklarına ya da hastalıklı felsefesine bakınca, bütün bunları ancak bir insan evladının yapabileceğini görmek çok da zor değil. Hiçbir fino köpeği kurt köpeklerini ortadan kaldırmak için kitlesel imha planları yapmıyor zira.

Filmin Hitler ressam olaydı faşist olmazdı argümanı ne kadar parlaksa, politika yeni sanattır! tezi de yönetmenin konuyu hepten yanlış anladığını fevkaladenin fevkinde ortaya koymakta.

11 Haziran 2008 Çarşamba

Çocuklar korkunç Allah’ım!

Büyüdüm de küçüldüm.

Neden çocuklar bu kadar acımasız olur? Neden hayatımızın en akıl hastası dönemi ilkokul çağlarıdır? Neden çocuklar kedilerin kuyruğuna teneke bağlar, şişman arkadaşlarıyla ağlatana kadar dalga geçer, karıncaların yuvasını bozar?

Çünkü vicdansızdır çocuklar.

Büyüdükçe kedilerin kuyruğunun acıdığını anlarız, alay edilenlerin kalbinin kırılabildiğini, böceklerin bacaklarının koparılmaması ve yenmemesi gerektiğini de öğreniriz. Kim öğretir bunları bize, kitaplar mı, filmler mi, anneler mi? Vicdan öğrenilebilecek bir şey mi?

L’enfant, yaşlanan ama büyümeyen bir çocuğun filmi. Vicdanı gelişmediği için kendi çocuğunu satabilen bir çocuğun hikâyesi. Seyrettikten sonra neden ‘’İçimizdeki çocuk’’u öğle uykusuna yatırmak gerek, anlıyor insan.

4 Haziran 2008 Çarşamba

Bir devrin sonu.

Aç bak bakalım Jonesy içinde mi.

Kimse de çıkıp ağzını yaya yaya ‘’Hayırr yani anlamıyorum ki ne bekliyordun, gayet eğlenceli iştaa Indiana Jones’’ demesin, kalbini kırarım.

3 Haziran 2008 Salı

Bir ömür yetmez.

Siete pronto?

Ferzan Özpetek için gay aşkları anlatıyor diyenler fena yanılıyor. Bir kere hiç bir Ferzan Özpetek filminde lezbiyen ilişkiye rastlayamazsınız. Bırakınız ana karakter ya da ana mevzu olmayı, o kalabalık arkadaş gruplarındaki yan elemanlar bile lezbiyen değildir. Ferzan Özpetek gay ilişkileri değil, bir erkeği sevmeyi anlatır çünkü. Bunu da ya bir erkeği seven bir erkeğin gözünden ya da bir erkeği seven bir kadının gözünden anlatır. Ama kahramanımız erkek de olsa, kadın da olsa anlatılan aynı aşktır. Cahil Periler'de aynı adamı seven adam ve kadının sonunda birbirlerini sevmeleri de şaşılacak bir şey değildir bu yüzden.

Ferzan Özpetek hiç de alışık olmadığımız dünyaları, durumları, insanları ve ilişkileri o kadar yumuşak, içten ve inanarak anlatıyor ki, sanki biz bu hayatları zaten biliyormuşuz zannetmeye başlıyoruz bir noktadan sonra. Saturno Contro hakkında bu yüzden bu kadar çok kişi ağız birliği etmişcesine ''Amaaan şekerim bu Özpetek filmleri de hep aynı'' diyor. ''Neymiş, bi takım gay adamlar, işte uzun tahta masalarda makarna yemeler felan...''

Halbuki çok cesur konular dönüyor Saturno Contro'da. Bir şekilde birbirlerini bulmuş ve birbirlerinin ailesi haline gelmiş arkadaş grubunda çoğumuzun kenarından bile dolaşamayacağı hayatlar yaşanıyor. Sevgilisi ondan çok daha genç ve çok daha güzel (yakışıklı?) birine aşık olduğunda bile ondan vaz geçmeyen, onu bırakıp gitmeyen, o arkadaş grubundan çıkmayan ve kendine gay değil ''ibne'' diyen Sergio, bilmem kaç yıllk evlilik ve iki çocuktan sonra başka bir kadına aşık olan ve hayatındaki bu yeni deneyimi de hayatındaki en önemli insanla yani karısıyla birlikte yaşamak isteyen Antonio, mükemmel olmamanın aslında mükemmel bir şey olduğunu sonunda kabul eden Angelica, gerçekleri kabul etmeyen ve uyuşturucularla kendi gerçekliğini yaratan Roberta... Bu yan hikayelerin hepsi de tek başlarına bir film olmayı hak ediyorlar bence.

Ha film bazı yerlerde kopmuyor mu? Sanki bizim ilgi ve alakamıza ihtiyacı yokmuş gibi devam etmiyor mu? Ediyor. Ama Özpetek'in sinema dili o kısımları da affettiriyor bence. Lorenzo'nun beyin kanaması geçireceği akşam bundan habersiz en güzel kıyafetlerini giyip hazırlanması, Roberta'nın Lorenzo'nun ölümünü kabul edemeyip onu sağlıklı ve neşeli bir şekilde arkadaşlarıyla gülüp eğlenirken hayal etmesi ve çalan neşeli müzik, Antonio'nun sevgilisiyle konuşmadan meydanda yaptığı uzun yürüyüş...
Yalnızca bu sahneler Saturno Contro'yu benim nazarımda pek iyi bir film yapmaya yetti.