7 Aralık 2007 Cuma

ölmüşüz gömenimiz yok.


Yazıma ‘’Olum bu İskandinav ülkelerinde sıkıntıdan kendilerini öldürüyorlar’’ geyiği yapmadan başlamak istiyorum. Ancak neyi söylemek istemediğimi söylemeden anlatmanın yolu daha icat edilmediği için, mecburen böyle başlamış bulunuyorum.

‘’Eğitim derdimiz yok, sağlık hizmetimiz de beleş, erkenden de emekli oluyoruz, hayat mı bu?’’ diyen bir İskandinav da insan değildir, bunu da belirtmek istiyorum.

Frozen Land işte böyle insan olmayan bir yönetmenin güya insanlık üzerine kameraya aldığı son derece ölü bir film. O kadar ölü ki, kıçına şaplak atıyorsunuz atıyorsunuz, ağlamak bilmiyor.

Efenim filmimiz bir miktar kaos teorisi, bir miktar kelebenk etkisi üzerine kurulu. Ana fikrimiz ise, ‘’hayat ne kadar kötü, dünya ne kadar iğrenç bir yer, fak dı sistım’’ üçlüsü.

Film, bir edebiyat öğretmeninin işinden atılmasıyla başlıyor ve Allahsız hocanın derdi tam anlamıyla bizi geriyor. Okulda hanımefendi, evde canavar olan bu edebiyat öğretmeni işe ergen oğlunu evden kovmakla başlıyor. Ergen oğlan da madem kovuldum, neden yaşıma uygun birtakım toplum dışı hareketlere girişmeyeyim ki diyor, onun yüzünden ırkçı tipli ayı gibi bir herif araba çalıyor, bir süpürge satıcısı eski alkolik tekrardan alkole başlıyor ve elektrik süpürgesini insanların kafasına vurmak suretiyle çeşitli infazlarda bulunuyor, cesetleri gören kadın polis bunalıma giriyor ve ortağının ölmesine neden oluyor ama çok geçmeden kendisi de trenin altında kalarak ölüyor ve bir Allahın kulu da gün yüzü görmeden film böyle sürüp gidiyor.

Film boyunca her kötülük bir başka kötülüğe gebe, her bedbahtlık bir başka bedbahtlığı doğuruyor, herkes yanlışı seçiyor ve sırayla geberip gidiyor, layığını buluyor. Fakat film bir noktayı atlıyor ve nazarımdaki bütün kredisini de oradan kaybediyor zaten: hayatta illaki her kötülük kötülüğü doğurmuyor. Hayat, - senaryoda çok şık dursa da- böyle zincirleme yaşanmıyor. Bazen en büyük sevgiler, en büyük dostluklar kötülükler neticesinde oluşuyor, bazen birisi de çıkıp dark saydı değil, yaşamayı seçiyor, hayat bayram oluyor, o zincir kırılıyor.

Öte yandan, filmimizdeki karakterlerin her biri, af buyurun, ayrı bir denyo. O denli denyolar ki, başlarına kötü bir şey gelmese de bir hıyarlık yapacakları gün gibi ortada. Edebiyat öğretmeni bence işinden kovulmasa da o oğlanı evden atardı, o oğlan babası noel baba bile olsa otçu salağın teki olmaya devam ederdi, ırkçı kılıklı ayı başına bir şey gelmese de karıya kıza asılarak hadise çıkartmakta bir beis görmezdi.

Yani demek istiyorum ki, bu film hayat seçimlerden ibarettir demeye çalışıyorsa, o da olmuyor.

Karakterlerin hiçbirini tanıma fırsatımız olmadığı için bir nebze bile sevgi besleyemiyor, başlarına gelene üzülemiyor ve neticede hepsinden tiksinerek ‘’ ne diye seyrettim lan ben bu filmi’’ noktasına hızlı bir geçiş yapıyoruz.

Hiç yorum yok: