18 Aralık 2007 Salı
all the young dudes
Corbijin'in ''uzun'' bir fotoğraf gibi akıp giden filminin son derece etkileyici olmasının nedeni bir rock starın değil; olmaya, oldurmaya, yetmeye, varolmaya çalışan genç bir adamın hikayesini anlatması.
Sam Riley'in korkutucu bir doğallıkla canlandırdığı Ian Curtis; çok erken yaşta evlendiği karısıyla sonradan aşık olduğu Belçikalı kadın gazeteci arasında kalan ve suçluluk duygularıyla boğuşan, bir yandan da grubu Joy Division'un artan şöhretiyle gelen yükün altında ezilen gencecik bir adam. Bir de üstüne Epilepsi hastası. (1970'lerde epilepsi hastalığına ölümcül gözle bakıldığını ve tedavinin deneme aşamasında olduğunu hatırlatalım.)
Bu yorucu hikayeyi azıcık kazıdığınız zaman altından varoluşa ve yaşama karşı kontrol duygusunun kaybolması çıkıyor. Filmi böyle hüzünlü yapan da bu. İki kadın arasında kalmak gibi herkesin karşılaşabileceği son derece insani bir durumla efendice baş edemiyor Ian. Sonunda da sadece ''olmak'' fazla geliyor.
Filmin sonunda kendini astığında çok üzülmekle birlikte rahat bir nefes aldığımı itiraf etmek ise beni tırstırıyor.
ian: i sound like Bowie
tony: that's alright, you like bowie
ian: i hate bowie.
in all the young dudes he says "you should die when you're twenty-five". d'you know how old he is ? he's fucking thirty, well, twenty-nine. he's a liar.
16 Aralık 2007 Pazar
Ben bir robotum ama -sayende- sorun değil.
Hani bazı filmlerden etkilenirsiniz, bazı filmleri beğenirsiniz ama bazı filmlere de aşık olursunuz ya, işte I'm a Cyborg but that's OK tam kalbinizi kaptıracağınız bir film.
Kendini Cyborg zanneden Cha Young-goon ile anti-sosyal şizofren Park Il-sun'ın akıl hastanesinde geçen aşkını anlatıyor film. Akıl hastanesi, şizofreni falan diyince gözlerini belerterek kendi etrafında daireler çizen oyuncular ya da her yerin bembeyaz olduğu, ilaç kokan sıkıcı bir hastahane gelmesin aklınıza. Chan-wook Park; şeker gibi renklerle, stilize bir sanat yönetmenliğiyle ve akla hayale gelmeyecek anlatım teknikleriyle bambaşka şeyler sunuyor.
I'm a Cyborg but that's OK, aşkın iyileştirici ve 'olduğu gibi kabul edici' gücü üzerine sinemanın başına gelen en iyi şeylerden biri galiba.
Bu filmi o kadar çok seviyorum ki, daha fazla yazamıyorum hakkında.
7 Aralık 2007 Cuma
Sen 1984’ü kabarık saçlar ve vatkalardan mı ibaret sandın?
Rob McGann'ın belgeseli Zeitgeist’i seyrederken insan korkunç bir maniplasyona maruz kaldığına o kadar ikna oluyor ki, Zeitgeist’den ve anlattıklarından da şüphe etmek istiyor. Bakalım burada dedikleri doğru mu diye hemen gugıl’da bir sörç olayına giriyor. (Ya ne yapacaktık? Kütüphaneye gidip eski gazeteleri mi araştıracaktık?)
Zeitgeist çok mühim, çok faydalı, herkeslerin seyretmesi gereken bir belgesel elbette ama o ‘’Ohoo sen uyu daha, kıçına çipi takınca ayılırsın.’’ Tonu beni biraz gerdi şahsen. Ben o kadar da salak değilim, ay em nat a nambır ay em e fri men ühühühü diye ağladım saatlerce ve bir müddet Uçan Kuş seyrettikten sonra anca kendime geldim.
Neyse.
Hıristiyanlığın nasıl da pagan kültürünün bir uzantısı olduğu ve halkları uyutmak için nasıl da kullanıldığı anlatılıyor belgeselin başında. (Ben Hıristiyan olmadığım için çoğu şeyi anlamadım alimallah.)
Sonraki bölümlerde 11 Eylül’ün iç yüzü, Irak savaşının neden çıktığı, paranın dünya üzerinde nasıl ve neden döndüğü anlatılıyor, Hitler ile Bush arasındaki olmayan 7 farkı bulmanız isteniyor. Her söylenen çok çarpıcı, her söylenen asap bozucu, her söylenen can sıkıcı ve gerçekler çok acı.
İnsanın yüzüne Osmanlı tokadı gibi çarpan ve torunlarımızı korkunç bir geleceğin beklediğini net bir şekilde anlatan, seyredilmesi elzem bir belgesel Zeitgeist. Tek devlet, tek ülke, kıçımızda çipler ve sürekli olarak bir BBG evinde yaşıyor olma hissi.
Uyandırma servisliğinin yanı sıra, asıl finali ile kazandı benim kalbimi Zeitgeist. Buraya da yazıyorum aynısını, ibret olsun:
When the power of love overcomes the love of power,
the world will know peace.
Jimi Hendrix
http://www.zeitgeistmovie.com/dloads.htm
http://www.facebook.com/group.php?gid=7373681301
ölmüşüz gömenimiz yok.
Yazıma ‘’Olum bu İskandinav ülkelerinde sıkıntıdan kendilerini öldürüyorlar’’ geyiği yapmadan başlamak istiyorum. Ancak neyi söylemek istemediğimi söylemeden anlatmanın yolu daha icat edilmediği için, mecburen böyle başlamış bulunuyorum.
‘’Eğitim derdimiz yok, sağlık hizmetimiz de beleş, erkenden de emekli oluyoruz, hayat mı bu?’’ diyen bir İskandinav da insan değildir, bunu da belirtmek istiyorum.
Frozen Land işte böyle insan olmayan bir yönetmenin güya insanlık üzerine kameraya aldığı son derece ölü bir film. O kadar ölü ki, kıçına şaplak atıyorsunuz atıyorsunuz, ağlamak bilmiyor.
Efenim filmimiz bir miktar kaos teorisi, bir miktar kelebenk etkisi üzerine kurulu. Ana fikrimiz ise, ‘’hayat ne kadar kötü, dünya ne kadar iğrenç bir yer, fak dı sistım’’ üçlüsü.
Film, bir edebiyat öğretmeninin işinden atılmasıyla başlıyor ve Allahsız hocanın derdi tam anlamıyla bizi geriyor. Okulda hanımefendi, evde canavar olan bu edebiyat öğretmeni işe ergen oğlunu evden kovmakla başlıyor. Ergen oğlan da madem kovuldum, neden yaşıma uygun birtakım toplum dışı hareketlere girişmeyeyim ki diyor, onun yüzünden ırkçı tipli ayı gibi bir herif araba çalıyor, bir süpürge satıcısı eski alkolik tekrardan alkole başlıyor ve elektrik süpürgesini insanların kafasına vurmak suretiyle çeşitli infazlarda bulunuyor, cesetleri gören kadın polis bunalıma giriyor ve ortağının ölmesine neden oluyor ama çok geçmeden kendisi de trenin altında kalarak ölüyor ve bir Allahın kulu da gün yüzü görmeden film böyle sürüp gidiyor.
Film boyunca her kötülük bir başka kötülüğe gebe, her bedbahtlık bir başka bedbahtlığı doğuruyor, herkes yanlışı seçiyor ve sırayla geberip gidiyor, layığını buluyor. Fakat film bir noktayı atlıyor ve nazarımdaki bütün kredisini de oradan kaybediyor zaten: hayatta illaki her kötülük kötülüğü doğurmuyor. Hayat, - senaryoda çok şık dursa da- böyle zincirleme yaşanmıyor. Bazen en büyük sevgiler, en büyük dostluklar kötülükler neticesinde oluşuyor, bazen birisi de çıkıp dark saydı değil, yaşamayı seçiyor, hayat bayram oluyor, o zincir kırılıyor.
Öte yandan, filmimizdeki karakterlerin her biri, af buyurun, ayrı bir denyo. O denli denyolar ki, başlarına kötü bir şey gelmese de bir hıyarlık yapacakları gün gibi ortada. Edebiyat öğretmeni bence işinden kovulmasa da o oğlanı evden atardı, o oğlan babası noel baba bile olsa otçu salağın teki olmaya devam ederdi, ırkçı kılıklı ayı başına bir şey gelmese de karıya kıza asılarak hadise çıkartmakta bir beis görmezdi.
Yani demek istiyorum ki, bu film hayat seçimlerden ibarettir demeye çalışıyorsa, o da olmuyor.
Karakterlerin hiçbirini tanıma fırsatımız olmadığı için bir nebze bile sevgi besleyemiyor, başlarına gelene üzülemiyor ve neticede hepsinden tiksinerek ‘’ ne diye seyrettim lan ben bu filmi’’ noktasına hızlı bir geçiş yapıyoruz.
Sana dedim evet.
Taxi Driver her sene bir kez tekrardan seyredilmeli. Ama tabi normal bir insansanız ve hiç yalnızlık hastalığına yakalanmamışsanız, seyredip de ne yapacaksınız.
Ama sen, evet sen, bir kez olsun hayatında tamamen, katıksız ve artık korkutucu bile olamayacak kadar garip bir algıyla yalnız kaldıysan, sen tekrar seyret her sene.
Taxi Driver ne Martin Scorsese'nin ne de Robert De Nro’nun, bana kalırsa tamamen Paul Schrader'in malı.
Neredeyse otobiyografik olan senaryoyu yalnızca beş günde masasının üzerine koyduğu dolu bir silahla yazan Schrader, Travis’in kendisi değilse, nedir?
Bir gün biri çıksa da haftalardır kimseyle konuşmayan, sürekli arabasıyla turlayan ve silahıyla kesişerek Taxi Driver’ı yazan Schrader’in filmini çekse.
Jenerik: Her kim ki filmin sonunda Travis’in hayata kaldığına inanır, o bizden değildir ve Travis kızı porno filme götürdüğünde nihoha diye gülmüştür.
‘’Bana yalnızlığı soruyorlar, yalnızlık bir ovanın düz oluşu gibi bir şey.’’ Demiş Cemal Süreyya.